4 Kasım 2010 Perşembe

27 Mayıs 1960 Nasıl Okunmalı

Neredeyse yarım yüzyıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi, uzunca bir dönem hem siyaset sahnesinin solunda hem de sağında yer alanların tutum ve yönelimlerini etkilemiş önemli bir dönüm noktasını ifade eder. Hem hakim sınıflar bloku içindeki kamplaşmaların ve devletin belli başlı kurumlarının yeniden şekillendiği bir dönüm noktası olduğu için Türkiye’nin siyasi tarihinde boylu boyunca ele alınması gereken bir dönemeci ifade eder.

Siyasetin solunda yer alanlarının önemli bir kısmı oldum olası kendilerini 27 Mayıs’a sahip çıkmak zorunda görmüş, siyasetin sağındakiler ise 27 Mayısı lanetlemekle söze başlamayı adet edinmiştirler. Bugünkü AKP hükümetinin de kendisine yönelik MSP-RP geleneğini temsil etme iddialarına karşı özenle DP-AP-ANAP çizgisinin devamcısı olarak kendini tanıtmaya özen göstermesi rast gele bir durum değildir. Hatta belki AKP’nin karşısındaki rakiplerinin duruşları ve yan yana gelişleri kadar, edaları da bu eski kutuplaşmayı fazlasıyla andırmaktadır. Bir yandan da sosyalistleri bu kutuplamaya yedekleme gayretleri çoktandır olmadığı kadar artmaktadır.

27 Mayıs Burjuva Demokratik Devriminin Tamamlanması mıdır?
27 Mayıs, solun ve işçi hareketinin evrimi ve şekillenmesi bakımından başlı başına önemli bir dönüm noktasıdır. Her şeyden önce bu darbe failleri ve taraftarları tarafından «27 Mayıs devrimi» diye de anılır. Her halükarda kendilerini solda görenler tarafından hayırlı ve ilerici bir gelişme olarak görülmesi yaygın bir adettir.
Oysa Cumhuriyetin kurulduğu dönemeç de böyle değerlendirilir. I. Dünya Savaşı’nın tarafı Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını sağlama gayreti içinde olan hakim sınıf kesimlerini temsil eden Kuvayı Milliye hareketi, güya ilerici olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Bu hareket, bırakalım Türkiye’yi, dünya çapında bile önem taşıyan örnek bir kurtuluş hareketi olarak dahi takdis edilmiştir. Saltanat ve hilafetin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandığına bakılarak da (ki bu da emperyalistlerin rızası, hatta teşviki ile olmuştur), bir devrim gibi tasvir edilegelmiştir.
Zaten 27 Mayıs’ın da kendi kendini hemen hemen cumhuriyetin kuruluşuna damga vuran harekete benzer bir biçimde tarif etmeye çalıştığı da sır değildir. Özellikle de 27 Mayıs’a soldan bakanların gayretleri baştan itibaren bu yöndedir. Fransa’yla benzerlik kurularak 27 Mayıs’ı II.Cumhuriyet diye ananların sayısı da azımsanmayacak düzeydedir.
27 Mayıs’ın cumhuriyetin kuruluşuyla benzeştirilen bu yanının yanı sıra, bir de sonrası özellikle yeni anayasasının getirdiği açılımlar bakımından da solun ve işçi hareketinin evrimini etkilemiştir. 27 Mayıs’ın ve 1961 Anayasası’nın «Cumhuriyet tarihinin en ileri ve en demokratik Anayasası» oluşu hakkındaki saptama ve değerlendirmeler haddinden fazladır. «27 Mayıs Anayasası»nın ve onu izleyen yasal düzenlemelerin solun ve işçi hareketinin önünü açan, serpilmesine imkan sağlayan bir zemin oluşturduğuna dair değerlendirme ve tahliller adeta egemen bir bakış açısı gibidir.
Oysa Cumhuriyetin kuruluşuna buna benzer biçimde yaklaşmak o kadar adetten değildir. Cumhuriyetin kuruluşu daha çok tarihsel bakımdan ilerici kabul edilir. Fakat taraftarlarının çoğu tarafından bile üstü örtülemeyen cumhuriyetin kuruluşunu izleyen çeyrek yüzyıllık totaliter dönem bu «ilerici yanın» yüzü suyu hürmetine sineye çekilmesi gereken bir süreç olarak anlatılmak istenir. 27 Mayısın farkı asıl buradadır.
1961 Anayasası güya «Kemalist devrim» diye anılan cumhuriyetin kuruluşunun eksik bıraktığı demokratiklik yönünü tamamlamıştır. Bu itibarla adeta cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan bir burjuva demokratik devrimin tamamlanması olarak görülür. Kuşkusuz bir proleter devrimin gündeme gelebilmesi için evvela burjuva demokrasisinin gelişmesi ve işçi hareketinin bu çerçevede yeterince serpilmiş olmasının zorunlu bir şart olduğuna inananlar açısından hem cumhuriyetin kurulması hem de sonrasında 27 Mayıs anayasasının kabulü ile açılan dönem adeta bu tezin tarih tarafından tecelli ettirilmesi gibi görülebilir.
Nitekim 27 Mayıs darbesini takiben kurulan TİP’in «sosyalist devrim» tezinin dayanaklarından biri, 27 Mayıs darbesi ile Türkiye’de burjuva demokratik devriminin tamamlandığı ve gündemde sosyalizm için mücadele olduğu hakkındaki saptamadır. Bu örnek de apaçıktır göstermektedir ki cumhuriyetin kuruluşuna bir «devrimsel» nitelik atfetmek ile 27 Mayıs’ı benzer bir biçimde yorumlamak ve birincisini tamamlayıp sürekliliğini sağlayan bir adım olarak görmek birbirine bağlı tutumlardır.
Bu itibarla 27 Mayısla açılan dönemin hakim çizgisinin cumhuriyetin başlarında olduğu gibi, bağımsızlık, devletçilik, halkçılık vb motiflerin önde olacağı üzerinde durmak ve bu darbeyle açılan dönemin «hayırlı» sonuçlarını da bu ölçülere göre değerlendirmek gereksiz bir çaba olur. Bu bir bakıma 27 Mayıs hakkındaki saptama ve değerlendirmeleri hatta «efsaneleri» tekrarlayıp bunlar üzerinde değerlendirme yapmak olur.
Oysa aksine, 27 Mayıs darbesini izleyen yıllardaki gelişmelerin yönünü ve anlamını anlamak için bu darbenin üzerinde pek durulmayan bir yanına ışık tutmaya gerek var. Hatta Türkiye Sol Hareketi’nde yaşanan 1971 kopuşunun anlamını kavrayabilmek için bu yöne daha dikkatle bakmak ve anlamını kavramak önem taşıyor. Özellikle de 27 Mayısın ardındaki bu gizli kalmış yön hem o dönemeç ile bugünkü gelişmeler arasındaki bağların daha çarpıcı bir biçimde görülmesine hizmet eder, hem de solun önünün açılarak düzene bağlanması biçimindeki paradoksal görünen burjuva siyasetinin deşifre edilmesine yardımcı olur.


27 Mayısçıların Telaşı Nedendi?
27 Mayıs darbesi açıklanırken hem resmi görüş hem de onun gölgesi altındaki yorumlar, ekseri DP’nin ABD emperyalizmi ile bağları pekiştiren ve buna paralel olarak da geleneksel Kemalist bürokrasiyi tasfiye etmeye ve kaynaklarını (özellikle de Kemalist aydınların etkinliğinin kırılması bağlamında) kurutmaya yönelik çabalarından söz edilir. O güne kadar kimsenin dokunmaya cesaret edemediği ordunun komuta kademelerinde kendine yakın unsurları öne çıkarma yönündeki girişimlerine dikkat çekilir ve Milli Birlik Komitesi (MBK) hareketinin bu yönelişlere bir tepki olarak öne çıktığı söylenir. Görünen olgulara özellikle de darbecilerin ve destekçilerinin kendilerini izah ettikleri yayınlara bakıldığında da bu görülür ve neredeyse ikna edici bir değerlendirmedir.
Bütün bu unsurlar önemli bir etken olarak var olsalar da, bunlar MBK cuntasının alelacele müdahalesini izah etmekte sanıldığı kadar inandırıcı etkenler değildir. Zira eldeki pek çok veri aslında yaklaşan genel seçimlerden CHP’nin güçlenerek ve DP’yi iktidardan düşürecek bir güçle çıkacağına işaret etmektedir. CHP’nin seçimlere yönelik hazırlıkları ve öne çıkardığı program hedefleri ise, MBK’nın kurdurduğu hükümetlerin programlarını ve 61 Anayasasının getirdiği «yenilikleri» şaşırtıcı bir biçimde temsil etmektedir.
Bir başka deyişle, bir darbeye hacet kalmasa dahi, MBK’nın programının seçimlerin galibi olacak CHP tarafından uygulanacağını düşünmek zorlama değildir. Kaldı ki bir bakıma darbenin güç aldığı kitlesel eylemlerinin ve aydınların yürüttüğü muhalefete bakılırsa, pek ala seçimlerde DP’ye alternatif olarak çıkacak hareketi destekleyecek aktif bir gücün hazır olduğu da sır değildir. Zaten 27 Mayıs darbesinin Türkiye’deki askeri darbeler içinde en geniş kitle desteğine sahip olması da buradan ileri gelir. 
Zaten MBK hareketinin sonraki cuntalar gibi ordu hiyerarşisini bozmadan komuta kademelerinden gelen bir darbe değil, daha çok bu hiyerarşi dışından ve nispeten küçük rütbeli subaylara (özellikle de NATO eğitiminden geçmiş ilk kuşağı oluşturanlara!) dayanan bir hareket oluşu çarpıcı bir özelliktir. 27 Mayıs’ın o zaman albay rütbesinde olan Türkeş tarafından okunan bildirisindeki NATO ve CENTO’ya bağlılık ilanı rast gele değildir.
Tam bu noktada, hazır CENTO’dan söz etmişken, 27 Mayıs darbesini anlamak için artık iç politikanın dengelerine bakmak yerine başka faktörlere özellikle de Irak’taki gelişmelere bakmak önemli. Hatta bu yöne bakıldığında bugünkü bazı gelişmelerle şaşırtıcı benzerlikler görülmesi de işin bir başka keyifli yanı olacak.


27 Mayıs’a Öngelen Önemli Gelişme Hangisi?
14 Temmuz 1958 günü, Irak’ta «Hür Subaylar grubu» denen bir cunta, kral Faysalı deviren bir darbe gerçekleştirdi. Darbenin hemen ardından Kral ve başbakanı da dahil pek çok yönetici idam edildi ve Irak’ta Cumhuriyet ilan edildi.
O zaman Irak ABD’nin ön ayak olmasıyla kurulan Bağdat Paktının merkezi idi; bir yönüyle SSCB’ye karşı kurulmuş gibi gösterilen ve 1955 yılında kurulan bu pakt içinde Irak, Türkiye, İran, Pakistan’ın yanı sıra İngiltere de yer almakta idi. Ama Sadabad paktının devamı, CENTO’nun önceli olan bu paktın esasen Lozan statükosunu korumak ve bölgedeki Kürtlerin birleşip bağımsızlaşmasına engel olmak üzere kurulmuş özel bir bölgesel ittifak olduğu sır değildir.
Darbenin ardından bir an için pakt üyesi ülkeler ABD’nin de desteği ile Irak’a müdahale edip «müttefiklerini» kurtarma planları yaptılar. Vurucu güç ise TSK olacaktı. Nitekim ordu birlikleri Irak’a girmek üzere hazırlandı, Urfa’da süvari birlikleri yığınak yaptı. Bu birliklerin komutanı sonradan MBK’da yer alacak olan Cemal Madanoğlu idi.
Sonuçta Irak’ta kurtarılacak kimse kalmadığı ve halkın içinde de darbecilere karşı bir sempati olduğu fark edilince bu harekattan vaz geçildi. O zamanın genel Kurmay başkanı DP’ye yakın olan Rüştü Erdelhun idi ve MBK’cıların en çok karşı olduğu isimlerin arasında da bu «ılımlı ve ürkek» bulunan komutan vardı.
Türkiye’nin Kasım darbesi ile ilgili kaygı ve telaşı sadece müttefikleri olan Kral Faysal’a bağlılığından ileri gelmiyordu; Kasım rejiminin SSCB ile yakınlaşması da esas endişe kaynağı değildi.
Abdülselam Kasım’ın başkanı olduğu yeni rejimin ilk icraatlarından biri, Irak’ın Bağdat Paktı’ndan ayrıldığını ilan etmesi olmuştu. Apaçık bir biçimde Kürt hareketinin bölgedeki gerici devletler ve emperyalist efendileri tarafından bizzat kontrol altında tutulmasına matuf bu paktın merkezi bu gelişme üzerine alelacele Ankara’ya taşındı ve CENTO’nun temelleri o zaman atıldı. Bu anti-Kürt paktının aceleyle tesis edilmesi boşuna değildi. Zira Kasım rejimi Kürtleri yanına almak üzere bölge devletlerini ve emperyalistleri endişelendiren adımlar atmaktaydı.
Irak’taki yeni rejimin ilk kabinesinin Ulaştırma Bakanı Şeyh Mahmud Berzenci’nin oğlu Baba Ali idi. Yeni anayasada «Kürtlerle Arapların eşit haklara sahip oldukları» yazılıyordu. Rusya’da sürgün bulunan Molla Mustafa Barzani ve arkadaşlarının ülkelerine dönmesi için hazırlıklar yapılıyordu. Nitekim Molla Mustafa ve arkadaşları 1958’in Ekim ayında Bağdat’a inmişlerdi. Türkiye’nin telaşı ve endişesi asıl bu gelişmelerin yaratacağı sonuçlardan ileri geliyordu.
Nitekim bu noktadan itibaren Güney Kürdistan’da (Kuzey Irak) yıllar sonra ciddi bir hareketlenme baş gösterdi ve bunun etkisi bugünlerde olduğu gibi, diğer parçalarda da kendini gösterdi. Kısa zamanda Kasım rejimi ile Barzani’nin arasının soğuması ve Barzani’nin kendi topraklarına çekilmesi ile bu etki daha da arttı.
Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’deki Kürtler de, üzerlerindeki ölü toprağını silkmeye başladı. Bir yandan belli başlı yurtsever aşiretler hareketlenirken bir yandan da Kürtler arasında yayın ve örgütlenme arayışları baş gösteriyordu. Meşhur «49’lar davası» bu gelişmeler üzerine açıldı.
Cemal Gürsel 27 Mayıs darbesinin hemen ardından şöyle demişti: «Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt edilmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır.» (Aktaran; Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu, İ. Beşikçi, s. 197).
Gürsel’in bu sözlerinin ne anlama geldiği ancak bu arka plan göz önüne getirildiğinde anlaşılabilir. Besbelli ki MBK’cıların Güney Kürdistan’dan esen rüzgarların Türkiye’deki Kürtlerde bir etki yaratmasından endişeleri vardı. Zaten onların gözünde «gericiler ve Kürtlerle içli dışlı» olarak gördükleri DP’nin seçimleri kaybetme korkusuyla ve Kürtlerin oylarını alma kaygısıyla bu yangına körükle gitmesi ihtimali vardı; en azından DP hükümetinin ve onun dümen suyundaki ordu komuta kademelerinin bu bölücü tehlike karşısında zaaf göstermesi ihtimali vardı. Zaten Irak’a müdahale konusundaki tereddütlü tavırları bunu düşündürmekte idi (Irak’a girmek için sınırda eşinirken sükutu hayale uğrayan süvari birliklerinin komutanı Madanoğlu’nun MBK’da yer alması da tesadüfi bir durum değildir!).
Ama doğrusu DP hükümetinin Kürdistan’daki gelişmelerden tedirginlik duymadığını sanmak da doğru değildir. «49’ların» tutuklanması da bunun tek işaret değildir. Zira aynı dönemeçte önemli ama dikkat çekmeyen bir başka gelişme daha vardır.
5 Mart 1959’da ABD ile TC hükümeti arasında özel bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma «doğrudan doğruya ya da dolaylı tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı» gibi haller karşısında ABD’nin askeri müdahale dahil her yoldan Türk hükümetine yardım etmesine dair idi.
İlk bakışta bu anlaşmanın 27 Mayıs’ın kokusunu alan DP’nin Kasım’ın Irak’ta yaptığı darbe gibi darbeye karşı kendini güvenceye almak için aradığı bir teminat gibi görülmesi mümkündür. Böyle yorumlar da eksik değildir. Hatta darbenin eli kulağında iken Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bu anlaşmanın hangi hallerde bir müdahaleyi öngördüğü sorulduğunda, «bu konularda takdir hakkı Amerikalılara aittir» biçimindeki açıklaması da bu yorumu düşündürür.
Oysa, konjonktür göz önüne alındığında bu anlaşmanın hangi tehlikeye karşı bir tedbiri ifade ettiği besbellidir. Zaten anlaşma metninde de Türkiye'nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı herhangi bir tehdit olduğu takdirde ABD'ye Türkiye'ye askeri müdahale dahil her yoldan yardım etmesinden söz edilmektedir. Özellikle de bir «sivil saldırı» olasılığından söz edilmektedir. Bu anlaşma Türkiye’ye de sıçraması olası olan bir Kürt Ayaklanmasından ciddi bir biçimde endişe edildiğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Zaten 27 Mayıs darbesinin ilan edildiği bildirinin «CENTO’ya bağlılığı» hatırlatması da tesadüf değildir. Bu bir bakıma Irak’taki darbeden farkını anlatma gayretidir aynı zamanda da darbecilerin nereye vurmaya amade olduğunu da bildirmektedir.
Nitekim «27 Mayıs’ın demokratikleşme yönündeki açılımları» masalından bir an için kurtulup darbenin ardından ne tür gelişmeler olduğu hatırlanırsa da bu apaçıktır.


27 Mayıs Neler Yaptı?
27 Mayıs darbesinden hemen sonra, kapsamlı bir genel af ilan edildi; bu af kapsamı dışında kalanların başında DP tarafından tutuklanan «49’lar» yani belli başlı Kürt yurtseverleri vardı. Bu kadarla da kalmadı. DP zamanında başlayan belli başlı aşiretlerin sürgün edilmesi ve ileri gelenlerin tutuklanması furyası darbenin ardından ivmelenerek arttı. Kürt kent ve köylerinin isimleri ilk kez o zaman yaygın ölçekte değiştirildi. O zamana kadar TRT yayınlarının ulaşmadığı ve yurt dışından «bölücü yayınları izleyen» Kürt kentlerine ve köylerine TRT yayınlarının ulaşmasını sağlamak 27 Mayısçıların en öncelikli işlerinden biri oldu. Abdülhamit zamanından beri düşlenen yatılı bölge okulları uygulamasıyla Kürt gençlerinin ailelerinden kopartılarak Türkleştirilmesi uygulaması bu dönemde başlatıldı. 
Kaldı ki ılımlı ve devlete bağlı olmakla birlikte, aynı zamanda bir «Kürt siyasetçisi» olarak bilinen Yusuf Azizoğlu’na kurdurulan Yeni Türkiye Partisi’nin ilk hükümete sembolik biçimde dahi olsa ortak edilmesi de aynı kaygılarla izah edilebilir.
İşte 27 Mayıs’ın demokratik açılımlarının perdelediği tablonun kabataslak arka planında bunlar vardır. Bu yönüyle de 27 Mayıs’ın getirdiği «demokratikleşme»nin mahiyetinin ve maksadının anlaşılması için bu olguyu akılda tutmak gerekir.  
27 Mayıs’ın ardından yapılanların, daha önce ve sonra olduğu gibi, Kürtlere yönelik baskı tedbirlerini bir sol görüntü arkasına gizleyerek yapmak olarak görülmelidir. «Vatanın bölünmez bütünlüğüne ve Atatürk ilkelerine bağlı» bir sol hareket yaratılması ihtiyacı da bu bağlamda anlaşılabilir bir ihtiyaçtır. Bu bakımdan 27 Mayıs sonrası gerçekleşen «demokratikleşme açılımları» denen şeyler bu maksada dönük planın bir parçası olarak kabul edilmelidir. Bir başka deyişle bu açılımlar işçi hareketi ve solu Kürt hareketinden kopartarak şekillendirme arayışının birer ifadesi olarak görülmelidir.  


Solun Darbeci Subaylara Yedeklenmesi Girişimleri ve 71-72 Kopuşu
Nitekim 27 Mayıs’ın hemen ardından yayına başlayan ve 1930’larda Kemalizmin soldan desteklenmesi için yola çıkan önceli Kadro dergisini fazlasıyla andıran Yön dergisi bu maksadın ilk işaretlerinden biridir. Zaman zaman Kemalizmin ve «sol cunta heveslilerinin» dümen suyunda olmakla eleştirilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi o zamanki devrimcilerin adeta bu hareketin yedek güçleri imiş gibi göstermeye çalışan liberal eleştiriler ise özellikle 80 sonrasında hayli yaygınlaşmıştır.
Oysa, idam sehpasında «Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği ve bağımsızlık mücadelesi! Yaşasın Marksizm Leninizm!» diye haykıran Deniz Gezmiş’in tutumu bunun tam aksine işaret etmektedir. Bu çığlık aslında onun temsil ettiği rahatlıkla söylenebilecek devrimci kuşağın devrimcileri sol cuntacılara yedekleme çabalarına karşı koyuşu ifade etmektedir. Bugünlerde ise bu tutumun ters yüz edilip 71-72 devrimci kopuşunu bu oyunları bozmaya kalkışan bir kopuşu ifade etmesi olarak görmek yerine, bugünlerde giderek artan bir tempoyla tekrar Kemalizmin kirli sularında boğulmak istenmesi tesadüf değildir.

27 Mayıs’ın Getirdiği Açılımlar bir Nevi Rüşvet Gibi Görülebilir
27 Mayıs Anayasası ile birlikte solun önünün açılması yönündeki adımlar esas itibariyle Kürtlere yönelik baskıların görmezden gelinmesi ve üzerinin örtülmesi kaydıyla verilen bir nevi rüşvet gibi görülürse yanlış olmaz. O dönemde vatana ve devlete bağlı bir sol yaratma çabası, 70’lerin başındaki devrimci kopuşun nereden bir kopuş olduğu ve neye karşı bir başkaldırıyı ifade ettiğinin anlaşılmasını kolaylaştırır.
27 Mayıs’a ilerici hatta devrimsel bir nitelik atfedenlerin kalkış noktası Cumhuriyetin kuruluşuna da aynı mercekten bakılmasıdır. Buna göre I. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’de bir proleter devriminin koşulları yoktu. Bu koşulların oluşması için kapitalizm öncesi kalıntıları temizleyip modern işçi hareketinin gelişmesine uygun koşulları açacak sözüm ona ilerici bir burjuva akımının desteklenmesi zorunlu idi.
Bu biçimde tarif edilen yaklaşım güya nesnel koşulların elverişsizliği veya öznel koşulların olgunlaşmamış olduğu bahanelerine sığınarak, veya bu bahanelere sığınmadan solun geniş kesimleri tarafından savunulagelmiştir.
Oysa 1920 yılında henüz ne CHP ne de Cumhuriyet ufukta yokken Mondros mütarekesi ile Sevr anlaşması aracılığıyla belirlenen sınırlar çerçevesindeki topraklardaki devrime önderlik etme sorumluluğuyla ve Komünist Enternasyonal’in çizgisi doğrultusunda Türkiye Komünist Partisi kurulmuştu. TKP’nin programı «Türkiye yedi asırlık iktisadi ve siyasi hayatında, hanedan devrini atlatarak hükümet düzeyinde birçok reform ve düzenlemeye maruz kalıp, bugünkü biçimi ve yönetim tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmıştır» diyerek, yola çıkmakta idi. Yani nesnel koşulların elverişsizliğinden ve Türkiye’nin önünde kaçınılmaz bir burjuva demokrasisi aşaması olduğundan söz etmekte değildi.
TKP’nin önüne koyduğu hedef de meşruti monarşinin yerine, kötünün iyisi kabilinden cumhuriyet kılıfı içinde bir gerici burjuva diktatörlüğü getirmek değildi. TKP Programı «…. emperyalistlere karşı yürütülen bu savaşın sürmesi, özellikle de Avrupa'da toplumsal devrimin yükselişi, sınıf bilincinin olgunlaşıp gelişmesini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu koşullar Türkiye'deki hareketlerin toplumsal bir karakter kazanmasına yardım etmekte ve sosyalizmi esas alan işçi ve köylü şuraları cumhuriyetinin kurulmasına uygun koşulları hazırlamaktadır» demekte, ve önüne bir «İşçi Köylü Şuraları Cumhuriyetinin» kurulmasına önderlik etme görevini koymaktaydı.
Ne var ki, bu tutum TKP’nin kuruluşundan Mustafa Suphilerin katledilmesini takip eden kısa bir döneme kadar geçen kısa bir dönem için geçerli olmuştur. O dönemden itibaren TKP ve kendini şu ya da bu biçimde onun mirasçısı olarak gören akımlar bu sorumluluklarını bir kenara bırakıp Kemalist hareketin kuyruğunda oportünist bir çizginin sınırlarına hapsetmişlerdir.
Zaten Kuvayı Milliye ve Kemalist hareketin siyasal iktidarı tamamen kendi ellerine geçirmesi, TKP’nin «gerçekleşmesi için uygun koşulların hazırlanmakta olduğunu» söyledikleri devrimin önünün kesilmesi ve bu devrimin ikame edilmesidir.
Bu şartlarda bu olayı «devrim», Kemalist hareketi ilerici ve anti-emperyalist olarak tarif eden tanımlar da aslında TKP’nin ve işçi hareketinin kemalizmin kuyruğuna takılması ve her gerici adımını bir ilerleme vesilesi sayarak desteklemesi için birer bahane ve kılıf olarak üretilmişlerdir. Böylelikle ilerici olarak takdis edilip kutsanan her adım, dönüp solu ve işçi hareketini vuran bir balyoz gibi iş görmüştür. Bu geleneğin göz bağlarından kurtulmaksızın 27 Mayıs’a bakanların elbette bu harekette bir keramet görmeleri kaçınılmazdır. Böylelikle adeta bir göz bağının üzerine bir ikincisi takılmış olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder