Benim bugünkü seçimim, beni çok heyecanlandıran bir romandan söz etmek. Seçim yasağına sığındığım sanılmasın. Seçimler yaklaştıkça gürültünün gücüne iyice yaslanıp ikbal avına çıkan beter muktedirlerin kararttığı dünyamıza çok inanmayın, isterim. 'Seçimler bir şey değiştirecek olsa, çoktan yasaklanırdı' sözünü hatırlatarak, eğer hemen yarına yönelik bir umudunuz varsa bir an evvel köreltin isterim. Hayatımızı gerçekten değiştirecek olanın nasıl bir şölen olacağına dair kişisel arkeoloji çalışmamda tesadüfen varmış olduğum bir durak, sözünü edeceğim roman. Murat Uyurkulak'ın romanı: Tol
Tol'un
altbaşlığı, "Bir İntikam Romanı". İrkiltici bir uzlaşmazlığın, koyu
mu koyu bir yeisin romanı, aynı zamanda. Kuşaktan kuşağa devredilen bir lanetin
izini sürmek için yola düzülen bir adamın romanı. Kendine, tam da tükendiği,
yolun sonuna geldiği, silinip kaybolmak, ardında en ufak iz bırakmadan
buharlaşmak istediği bir anda armağan edilir, hiç tanımadığı babasının
serüveni. Uzun bir tren yolculuğu boyunca başka bir lanetlinin eline
sıkıştırdığı defterlerden, o acılı dönüşme-paralanma-kaybolma serüvenini takip
eder.
Adettendir. Sorulur. Murat
Uyurkulak, 30 yaşında; Tol, ilk romanı. Okuru sarsacak olan,
romanın olağanüstü başarılı yapısı, benzersiz zenginlikteki dili ve yakıcı derdinden
çok, kanımca, yazarın kendini oldurma serüveninin şiddeti. Uyurkulak, daha önce
yazılmamış bir roman yazmaya oturduğunda edebiyatın o en tekinsiz, en karanlık
bölgesini yurt ediniyor. O kıyıda emanetçisi olduğu dilin kilitli kapılarını
bir bir kırarken, ne okurdan ne de dünyadan özür diliyor. Sonu gelmez bir
sarhoşluk içinde gerçekliğini kurarken, kendini yazar yapan her şeyden
vazgeçmeye hazır, asabi bir kırılganlıkla dikiliyor karşımıza. İnsan olmaya
dair her şeyin son sözlerine talip, durmadan kendi kendini kışkırtan, muhteşem
inançsızlığından şefkatli bir iman çıkarıveren bir yazar o. Soyuna soyuna
derisini çatlatmış, incele incele havaya karışmış insanların şiddetini
anlatırken kaleminin ucu da sivriliyor. Romanını kurdukça kendini de yeniden kurduğunu
hissetmek mümkün. Dolayısıyla, Tol, klasik ilk roman tanımlamalarının dışında
kalıyor. Kendinizi şehvetli bir edebiyat serüveninin ortasına dalıvermiş
buluyorsunuz.
Uyurkulak'ın her anı, her duruşu
didikleyen, okuruna soluk aldırmayan tavrı, zifiri bir dünya tasviri
oluşturuyor. Suratsız, okunaklı olmak için okuru da yanına alıp yaratı
serüvenine katmayan, ağzı bozuk bir roman, Tol. Ama belki son 30
yıldır bu toplumun kulaktan kulağa yaşattığı bütün sırları naralarla ifşa
ediyor. Bu toprakların serapa yoksulluğunu, batının analitik geleneğinden
tamamıyla kopuk bir sentaksla, son derece kişisel bir tarih okumasına
yediriyor. Hiçleşme, kaybolma, kimlik değiştirme, sakatlanma, bu toplumun
uğultulu ruh haletinin metaforuna dönüşüyor. Yeni dünyalar kurmaya çalışan, bu
yolda önce kendini yok eden insanların hikâyesini anlatırken coşkunun, inancın,
aşkın, zulmün, ihanetin, düşmanlığın ve intikamın en derin sarhoşluğundan ses
veriyor. O derinlik sarhoşluğunda kara alay sonsuz hayranlığa; intihar yaşam
coşkusuna; delilik peygamberliğe dönüveriyor. Birbirinin yaralarını yalayarak
sağaltmaya çalışan aşağılanmışlar, dağılıverip bir başkası olarak uyanıyorlar
rüyalarından. Belki bir tek o çok derin yaralarından uyanamıyorlar.
Yazarın, yokluğun
köpeksiliğinden, vahşetin sonsuzluğundan, merhametin delirten karanlığından beline
kadar sarkışını yürek ağızda izleyip tam da yuvarlandığı anda romanla
buluşuyorsunuz. Murat Uyurkulak, büyük edebiyatçıların o benzersiz cesaretiyle
çıkıyor karşımıza.
Bu yüzden
kullandığı her kelime, sadece onun oluyor. Yazdığı roman da, sadece onun
yazabileceği.
Bilirim, kapışılmaz. Şıpınişi bir
tarza oturtulabilecek, önceleyeni saptanabilecek bir roman değil, elimdeki.
Yazarı da ortaya çıkıp romanını anlatmaya kalkışmayacak besbelli. Ama bu
romanın beni neden bu kadar heyecanlandırdığını, okuduğum andan itibaren neden
o romanla yatıp o romanla kalktığımı anlatmaya çalışmalıyım belki de. Böylesine
koyu bir anlatı, kendi özel ışığını kendi yaratıyor, desem yeterli olur mu?
Türkçe'ye olan aşkımdan söz etsem? Bu romanı okurken Türkçe'nin engin imkânları
karşısında bir kez daha içim ışıdı desem? Böyle bir dil, böyle bir anlatı
yaratılabiliyorsa, bu dünyada kalmakta yarar var, desem çok mu abartılı kaçar?
Varsın, kaçsın. Yakın geçmişine kıçını dönmüş, ağzını umuda açmış oturan
insanlara kendi havai fişekler patlatan dilini armağan eden, böylesine
tenezzülsüz bir edebiyatçıya az bile.
Tol, bize her şeyin
parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın,
varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin
kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu
göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için.
Hayır, böyle olmayacak. İyisi mi
romanı açıp birlikte okumaya başlayalım:
"Devrim, vaktiyle bir
ihtimaldi ve çok güzeldi."
Saraylara merakla bakan sivil
çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen
yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar...
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece
benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında,
buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi:
"Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler.
İçlerinde ne kadar tarih, dua,
silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar..."
Annem biraz kaçıktı. İlkokula
başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir
Yusuf'tum. Konsey'i gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı
ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve
yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin
üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın
bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki
tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam
dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan
yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz
ruhubütün bir Yusuf'tum..."
Yıldırım Türker-3 Kasım 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder