27 Aralık 2009 Pazar

Türkiye'de Egemenler Arasındaki İlişkilerin/Çekişmelerin Tarihsel Arka Planı



Osmanlı’dan Devralınan Üretim İlişkileri ve Bunun Siyasi Yaşama Etkisi

Avrupa’daki üretici güçlerin gelişimi ile Osmanlı toplumundaki gelişim birbirinden farklıdır ve bu farklılık burjuvazinin ortaya çıkışında ve siyasi hayata olan etkisinde birbirinden farklı süreçler yaşanmasına neden olmuştur.

Sanayileşme ile birlikte ülkelerinin ekonomik hayatlarında söz sahibi olan Avrupa burjuvazisi, ekonomik gücünü siyasi hayata da yansıtıp Avrupa’daki küçük feodal beyliklere son vermiş ve ulusal devletlerin kurulmasına ön ayak olmuşlardır. Sanayileşme sürecinde işçi yığınlarının sömürüsünden elde ettiği artı değeri tekrar üretime aktarıp sermaye birikimini sağlayan Avrupa burjuvazisi, aynı zamanda ulus devletlerin ortaya çıkış sürecinde de kendi ihtiyaçlarına göre ekonomik ve siyasi kurumlarını yaratmıştır.

Osmanlı’ da ise üretim ve paylaşım ilişkileri merkeziyetçi ve güçlü devlet yapısından etkilenmiş, üretici güçlerin gelirlerinin önemli bir bölümüne devletin el koyması ekonomik hayatın Avrupa’daki gelişimden farklı bir seyir izlemesine neden olmuştur.

Üretimden elde edilen gelire el koyan ordu ve bürokrasinin, elde ettikleri bu geliri tekrar üretime aktarmamaları Osmanlı toplumunda burjuvazinin gelişimini geciktiren bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanayileşmenin Osmanlı topraklarında belirmeye başlaması ile gelişen sanayi kesimi ile elde edilen gelire el koyan ve hala “haraca dayalı” bir ekonominin kuralları ve kurumları ile ülkeyi yöneten ordu-bürokrasi kesimi arasında çekişmeler baş göstermiştir.

Avrupa’da feodal beylikler hüküm sürerken, Osmanlı’nın merkeziyetçi devlet anlayışı nedeniyle tarımda büyük toprak sahiplerinin ortaya çıkması engellenmiştir. Bu topraklarda küçük ve birbirinden bağımsız sayılabilecek köylülüğün var oluşu kapitalizme ayak uydurulmasında Avrupa’daki gibi hızlı bir dönüşüm yaşanmamasına neden olmuştur.

Jön Türkler

Jön Türkler hareketi, bu topraklardaki egemenlerin ilk modern örgütlenmelerinin kaynağı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin çöküşe girdiği ve büyük ekonomik krizlerin yaşandığı dönemlerde bürokratların bir kısmı Abdülhamit’i devirmek ve Meşrutiyet’i getirmek için Jön Türkler adlı bir hareket başlattılar. Fakat bir süre sonra bu hareket, Abdülhamit’i devirmek için “yabancı müdahalesine gerek vardır” diyenlerle yabancı müdahalesine karşı çıkanlar olarak- Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile İttihat ve Terakki Fırkası- ikiye ayrıldı.

Bir burjuva sınıfının yaratılması konusunda hem fikir olan bu kesimlerden İttihat ve Terakki Partisi, devlet mekanizmasıyla yerli burjuvaları yaratmak isterken; Hürriyet ve İtilaf Partisi ise klasik liberal görüşü benimseyerek burjuvaların ortaya çıkmasının devletin ekonomik hayata katılmaması ve yabancı sermayenin ile sağlanabileceğini ileri sürüyordu.

1908 yılında Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle Cemal, Enver ve Talat Paşa (Troyka) önderliğinde iktidar yerleşen İttihat ve Terakki Fırkası, merkezi devleti güçlendirmeye, dışa kapalı bir ekonomi ve milli bir burjuvazi yaratmaya çalıştı. Böylece egemenler arasındaki daha ulusalcı yanı ağır basan kanat ilk mücadeleden başarıyla ayrılarak uzun bir dönem(1950’ye kadar) ülkeyi yönetecek ve İttihat ve Terakki Partisi’nin devamı sayılabilecek CHP’ye iktidar yarışını devretmiştir.

T.C’nin Kuruluşu ve Toplum Mühendisliği

Ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin büyük çoğunluğunun gidişi ile yeni kurulacak T.C’ nin kuruluşunda rol oynayacak, bürokrasinin karşısında güçlü bir konum elde edecek bir rakip kalmamış oldu. Hristiyan burjuvazinin yerini yeni kurulan banka ve kredi kuruluşları aracılığıyla yabancı sermaye ve günümüzde “Anadolu Kaplanları” adını alan Müslüman tüccarlar ve küçük sanayiciler almaya başladı.

Asker-bürokrat kökenli yeni yöneticiler 1920’lerde toplum mühendisliğine soyunarak toplumun geleneksel dünyasını hedef alan “üst yapı” reformları yapmakla uğraşırken,

kendilerini Avrupa ve devletlerarası sisteme kabul ettirmek için Laikliği amansızca savundular. Ama onların Laiklik adına yaptıkları şey, dinin devleti yönetmesi olan rejimi, devletin dini yönetir hale getirilmesi idi. Yani gerçek anlamıyla dinin tamamen devlet işlerinden dolayısıyla da siyasetten ayrılması olan Laiklik uygulanmadı. Toplum için “en iyiyi” kendilerinin bildiğini düşünen Kemalist-elit kesim dini Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlarla kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak Laikliğin Kemalist versiyonunu günümüze kadar taşıdılar.

Cumhuriyet kurulduktan sonra Kemalist iktidar muasır medeniyetler olarak gördüğü Avrupa’yı her konuda örnek almaya çalışırken Avrupa’daki burjuvazinin ülkeyi yönetme kapasitesi ve gücünün Türkiye’deki burjuvazi ile aynı olmadığının farkında idi. Türkiye’de güçlü bir burjuva sınıfı yaratmak için “Devletçilik” politikası uygulanmaya başladı. Böylece devlet burjuvazinin yeterli sermaye birikimi olmaması nedeniyle üretemediği temel maddeleri üreterek sermayeye ucuz ham madde ve yarı mamul üretmiştir. Ayrıca devlet tarafından kurulan İş Bankası aracılığıyla da burjuvaziye ucuz kredi imkanı yaratılmıştır.

T.C’ nin kapitalizmin serbest piyasa ile işleyen biçimini değil de devlet planlamasıyla işleyen modelini benimsemesinin nedeni Mustafa Kemal’in “halkçı-devrimci” veya “sosyalist” olması değil, dönemle ilgili bir zorunluluktu. Türk burjuvazisinin sermaye eksikliği, Bolşevik Devrim’in yarattığı etki ve 1929 Ekonomik Bunalımı bu zorunluluğun temel kaynaklarıdır.

2. Dünya Savaşı'na kadar olan bu dönem bürokrasi ile burjuvazinin ittifak halinde olduğu ve ülke yönetiminde birlikte davrandıkları bir dönemdir. Bu durumun en tipik özelliği İş Bankası’nın ortakları olan özel şirketlerin yönetim kurullarında milletvekillerinin bulunmasıdır.

2. Dünya Savaşı’nda ve Sonrasında Türkiye

Savaştan sonra ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çevresindeki ülkelerden tecrit etmek için uyguladığı “Çevreleme Liberalizm” planı doğrultusunda T.C’ye de askeri ve mali yardım sözü vermesi ile burjuvazi yüzünü ABD’ye döndü. Bu dönemde devletçiliğin sol bir yorumuna sahip bürokrasinin radikal kanadı, savaş sonrasında Türkiye’nin bağımsız, kapalı bir yeniden inşa dönemine girmesini dile getirmeye başlaması ile burjuvazi ve bürokrasi arasındaki ittifak bozulmaya başlarken 1946 seçimlerinden sonra bu ittifak tamamen bozuldu. CHP, DP’nin Meclis’te siyaset yapmasına engel olmaya başlayınca DP “millete gitme” söylemiyle Meclis’in meşru olmadığı üzerinden popülist propagandasına başladı. DP’nin muhalefet platformu iki ayaktan oluşuyordu: Birincisi, devlet müdahalesine karşı Pazar ekonomisini savunmak; ikincisi ise merkeziyetçi devletin ideolojik tecavüzüne karşı mahalli gelenekleri savunan din özgürlüğünü öne çıkarmak.

DP’nin bu muhalefetini püskürtmek için İsmet İnönü önderliğindeki CHP, daha liberal ve din özgürlüğünü öne çıkaran politikalar izlemeye başladı. İlköğretime zorunlu din dersleri getirilmesi, Atatürk döneminde koyulan türbe yasağının kaldırılması, dini okulların açılmaya başlanması CHP’nin “dini açılımlarına” örnek iken, savaştan sonraki ilk iktisat programını ABD’li uzmanlara hazırlatmaları CHP’nin liberalizme ayak uydurma hevesini gözler önüne sermiştir. Bu seçimler bundan sonra, devlet ve burjuvazi arasındaki ilişkinin kapitalizmin ilk boy gösterdiği toplumlardaki gibi alışılagelmiş bir yol izleyeceğini gösterirken; bürokrasinin hakimiyeti altındaki kapitalizmden, burjuvazinin hakimiyeti altındaki kapitalizme geçildiğinin habercisi oldu.

DP, iktidarda olduğu dönemde iyice palazlanmaya başlayan büyük sanayici ve tüccarların isteklerini yerine getirirken; tabanının büyük bir bölümü oluşturan küçük üreticiler ve esnafa da devletin imkanlarını seferber etmiştir. Sanayicilerin ve tüccarların büyük karlar elde ettiği bu dönemde, 1954 yılından itibaren ekonomide kötü günler başlamıştı. Türkiye ekonomisinin büyümesi, uluslar arası sistemle entegre olması devletin ekonomiyi yeniden düzenlemesini gerektiriyordu ve burjuvazinin önemli bir kanadı bu düzenlemeyi DP’nin yapabileceğine inanmıyordu. Böylece burjuvazi başta olmak üzere ve diğer yığınların DP’den desteğini çektiği yıllar başlamıştı. 1960’a henüz gelmeden büyük sanayiciler kendi partileri olan Hürriyet Partisi adlı partiyi kurarken, bir grup DP milletvekili de bu partiye katıldılar. Bir süre sonra CHP’nin hem piyasa ekonomisi ve uluslar arası kurumlarla bütünleşme konusundaki programları hem de geniş halk yığınlarının desteğini alması burjuvazinin yüzünü CHP’ye dönmesine neden oldu ve Hürriyet Partisi’ne katılan eski DP’liler CHP’ye katılarak CHP’ye taze kan taşımış oldular.

27 Mayıs 1960 Darbesi

27 Mayıs Darbesi sermayenin ulusalcı kanadının tekrar hükümeti ele geçirmesi ile sonuçlanmasına rağmen, 27 Mayıs’ın nedeni DP’yi iktidardan indirip CHP’ye getirmek değildi. Zira 1960 Darbesi’nden önceki birkaç yıla baktığımızda hem burjuvazinin bir kanadının hem de geniş halk yığınlarının ülkeyi iyi yönetememesi nedeniyle yüzünü DP’den CHP’ye döndüğünü görebiliriz. 27 Mayıs Darbesi olmasaydı bile, bir sonraki seçimlerde CHP’nin tekrar hükümete geleceğine nerdeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Sosyalistlerde de hakim olan anlayışa göre 27 Mayıs’ın anti-emperyalist ilerici bir hareket olduğu da bir yanılgıdır. 27 Mayıs’ın anti-emperyalist olmadığını anlamak için 27 Mayıs’tan sonra çok beklemeye gerek kalmamıştır. 27 Mayıs darbecilerinin hazırladığı ve Alpaslan Türkeş’in radyodan halka hitaben okuduğu metinde darbeciler, birer emperyalist birlik olan NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarını ilan ediyorlardı. 27 Mayıs’tan önce ABD’de askeri eğitim görmüş bu subayların 27 Mayıs’tan sonra izlediği politikalar emperyalistlere bağlılık sözlerini yerine getirdiklerini gösteriyor. 27 Mayıs Darbesi gelişmekte olan Kürt hareketinin büyümeden önünü kesmek için ABD’nin desteği ile yapılmış bir askeri harekattır. 1958 yılında Sovyetler Birliği’nin desteği ile Irak’ta darbe yapan Kasım, Kürtlerin gelişmekte olan gücünü de hesaba katarak Kürtleri yanına almak üzere bölge devletlerini ve emperyalistleri endişelendiren bir takım adımlar atıyordu. Yeni yapılan anayasada “Kürtlerin ve Arapların eşit haklara sahip oldukları” yazılırken, kurulan hükümette Kürt hareketinden isimler de yer almıştı. Irak’ta yaşanan bu önemli hareketlenme diğer parçalardaki Kürtleri de harekete geçirmiş ve yaşadığımız topraklardaki Kürtlerin de hızla örgütlenme arayışına itmişti. Bu gelişmelerden endişe duyan 27 Mayıs’çılar bu hareketi ancak askeri bir darbenin önleyeceğine inanıyorlardı ve Kürt hareketinin gelişimine engel olmak için 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştirdiler. Bu darbenin neden yapıldığının en önemli kanıtları darbeden sonra yapılanlardır. Darbeden hemen sonra geniş kapsamlı bir genel af çıkarılırken 27 Mayıs’tan önce tutuklanan ve aralarında Musa Anter’in (Ape Musa) de bulunduğu Kürt yurtseverlerinden oluşan 49’lar af kapsamı dışında bırakılmıştır. Bunun yanında DP zamanında başlayan Kürt ileri gelenlerinin tutuklanması ve sürgüne gönderilmesi operasyonu darbeden sonra hız kazanmıştır.

Darbeden sonraki bu dönemde CHP bürokrat tabana dayalı kimliğinden kurtulamazken, CHP’nin karşısında küçük burjuva ve köylülüğe dayanan seçmen tabanıyla Demokrat Parti’nin yerini almaya çalışan Adalet Partisi vardı. Kendini DP’de temsil etmiş olan sermayenin bir kesimi Demokrat Parti’nin kapatılmasından sonra kurulan Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi’nde yer alırken, daha çok İslami eğilimlere sahip sermaye kesimi ise Erbakan başkanlığındaki Milli Selamet Partisi’nde yerlerini aldılar.

12 Eylül 1980 Darbesi’yle işçi sınıfının bütün kazanımları yok edilerek burjuvazinin arzu ettiği düzenlemelere başlanırken, 12 Eylül’den sonra iktidara gelen burjuvazinin yeni prensi Özal önderliğindeki ANAP’ın liberal düzenlemeleri ekonominin bürokrasi kontrolü altındaki döneminde büyük ayrıcalıklara sahip sermayenin bir kesimini rahatsız etti. Bu kesimler SHP, CHP gibi partilerde yer alırken, DP artıklarından AP, 80 sonrasında ANAP ve DYP olarak karşımıza çıktı, MSP de Refah Partisi ismi ile tekrar siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kemalist kesimin solda boşluk adı altında SHP ve CHP’yi birleştirme çabaları boşa çıkarken, 2001 krizi sonrası sağda birlik arayışlarının yeni adresi Adalet ve Kalkınma Partisi olmuştur. AKP kapatılan Refah Partisi’nden ayrılanlar tarafından kurulmuş olmasına rağmen AKP’liler kendilerine referans olarak ne MSP’yi, ne de RP’yi almışlardır. AKP’nin DP ve ANAP çizgisini benimsediğini her fırsatta dile getirmesi ve bunu icraatları ile göstermesi burjuvazinin büyük bir bölümünün de desteğini kazanmasına yol açmıştır. Aslında AKP’nin hem çıkışı, söylemleri, hem de izlediği politikaları ile özellikle DP ile büyük benzerlikler taşıdığını söylemek zor değildir.

DP ve AKP Karşılaştırması 

II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çevresindeki ülkelerden tecrit etmek için izlediği “Yeşil Kuşak” projesi ile birçok Ortadoğu ülkesi gibi Türkiye’de de halkın İslami duyarlılığını arttırmıştır. Halkın bu dini duyarlılığını CHP’nin laikliğin Kemalist versiyonunu halka zorla kabul ettirmeye çalışması sonucu halkta oluşan duyarlılıkla birleştiren Demokrat Parti din özgürlüğü vaat ederek geniş bir halk desteğine sahip olmuştu. Aynı şekilde 12 Eylül öncesinde sendikalarda, devrimci örgütlerde, derneklerde, kooperatiflerde örgütlü geniş halk kesimlerinin bu örgütlerini dağıtan 12 Eylül Cuntacıları ve egemenler, kitlelerin İslami çevrelerde örgütlenmesini sağlayarak İslami cemaatlerin, partilerin güç kazanmasını sağlamıştır. Bu güçle iktidara gelen Refah Partisi’nden sonra AKP türban sorununu çözeceğini vaat ederek büyük halk desteği ile tek başına iktidara gelmiştir.

II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan büyük ekonomik kıtlığın sorumlusu olarak ülkeyi yöneten Kemalistleri seçen halk, Pazar ekonomisini vaat eden DP’yi iktidara taşımıştır. Yine 2001 krizinden büyük zarar gören halk yığınları krizin sorumlusu olarak mevcut partileri görürken, devletçiliğin tarihe gömüldüğünü ilan ederek liberal ekonomi politikaları ile ülkeyi yönetmeye aday AKP tek başına iktidara gelmiştir.

DP, bir yandan Kürt aydınlarını, ileri gelenlerini partiye alarak Kürtlerle yakın ilişki kurmaya çalışırken, diğer yandan gelişmekte olan Kürt hareketinde önemli yer tutan ve 49’lar olarak da bilinen Kürt yurtseverlerini tutuklayarak ve bazı Kürt aşiretlerine baskı yaparak asıl niyetini ortaya koymuştu. AKP de parti kademelerinde ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce Kürtlere önemli yerler vererek ve Kürt Federe Devleti ile iyi geçineceğine dair sinyaller göndererek Kürtlerin oylarının büyük bir bölümünü alırken, seçimlerden hemen sonra sınırın ötesinde ve berisinde geniş çaplı operasyonlar yaparak Kürtlere karşı saldırı politikasını açıkça göstermektedir.

CHP ise hem DP, hem de AKP döneminde seçkinciliğinden, laikliğin Kemalist versiyonunu amansızca savunması ile halkın büyük bir bölümü ile arasını açmıştır. ABD ve diğer emperyalist ülkelerle iyi ilişkiler kurmada DP ve AKP’den geri durmayan CHP, emekçilere ve ezilenlere karşı saldırgan tutumunu da hiç değiştirmemiştir. Günümüzde AKP’nin kapatma davası, Ergenekon çetesinin dağıtılması operasyonu, türban yasası, Yargıtay bildirileri gibi gündemleri ele aldığımızda; bir tarafta siyasi ve ekonomik iktidarını kaybetmemeye, diğer tarafta iktidarı tüm kurumları ile ele geçirmeye çalışan sermayenin iki kesimi arasındaki savaşın yansımalarını görebiliriz. Ordu, YÖK, Yargı gibi devlet kurumları sürekli denetiminde olmakla beraber zaman zaman iktidara gelerek Yasama ve Yürütme gibi kurumları da denetimine alan ve özellikle OYAK gibi ekonomik kuruluşlar ile ekonomide de büyük bir yer tutan CHP’nin temsil ettiği sermaye kesimi, AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra denetimindeki bu kurumları, dolayısıyla da siyasi ve ekonomik iktidarını kaybetme endişesi taşımaktadır. Siyasi ve ekonomik gücün eline geçmesini isteyen ve iktidara geldiğinden bu yana bir çok kurumu kendisine bağlayan AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimi ise, YÖK’ten sonra, sınır ötesi operasyonu ile orduyu da saflarına katarken, Ergenekon Operasyonu ile yargıyı da yavaş yavaş ele geçirdiğinin sinyallerini vermektedir. CHP’nin temsil ettiği sermaye kesimi ise Yargıtay, Danıştay, Üniversiteliler Arası Kurul gibi son kozlarını kullanmaktadır.


Yoldaş Pançuni (2007)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder