22 Kasım 2009 Pazar

Bornova Bornova-İnan Temelkuran ile Röportaj


Not: röportajın tamamı bakiniz.com'dan alınmıştır.

İnan Temelkuran: “Geri Zekâlı Nesiller Yetiştirildi”

Altın Portakal’ı fetheden Bornova Bornova’nın yönetmeni İnan Temelkuran’la film üzerine sohbet etmek üzere buluştuk. Mecburen 12 Eylül, futbol, eğitim, ekonomi, kültür, habercilik, televizyon dizileri, mahalle, sinema ve bir düzine konu üzerine sohbet ettik.

Altın Portakal’a damgasını vuran Bornova Bornova’nın yönetmeni İnan Temelkuran’la film üzerine röportaj yapmak için buluştuk. Ortaya çıkan söyleşi, yeni tanışmamıza rağmen röportaj ilkelerinin uzağında, arkadaş sohbetinin yakınında kaldı. Röportaj tekniği olarak çok kusurlu ama kesip, düzeltip sunmaya gönlümüzün el vermeyeceği kadar kıymetli bir sohbet oldu. Konuyu sıkça dağıttık ve baya uzun bir metin ortaya çıktı. Kusurlarımızı affettirecek kadar çok ilginç not var. Buyrun bir de siz bakın.

Nereden yola çıkarak Bornova Bornova’yı yapmaya karar verdin?

Bir önceki filmden yola çıkarak yaptık. Orada yurtdışındaki lümpenliği anlattıktan sonra, bu defa buradakini yapmak istedim. Gerçekçi filmler yapılıyor ama benim gözlemlerime göre, orta sınıf ve alt orta sınıfla ilgili gerçeklik başka, marjinal kesimler için gerçeklik başka. “Tokat gibi film” dendiği zaman hep marjinal kesimlerle ilgili işler yapılıyor.

Marjinal kesimlerden kastın ne?

Yurtdışında uyuşturucu kullanan tip olabilir, hırsız olabilir, suç işleyenler ve bu tip insanlar. Ben daha ortada olan, bu ülkenin ezici çoğunluğuyla ilgili bir film yapmak istedim. İkinci olarak o ezici çoğunluğun içindeki erkek dünyasında, geçim derdi olup aç kalmayan insanların filmi. O, Güneydoğu’da gördüğümüz çirkin yardım manzaralarına tenezzül etmeyecek ama asla rahat bir hayat sürmeyecek insanları gösterdik. Benim hedefim buydu.
Televizyon dizilerinde gördüğümüz ve genel algı olarak sahip olduğumuz, mahalle kavramıyla dayanışma kavramını yan yana koyma alışkanlığını yıkıyorsun. Mahalle kavramına nasıl bakıyorsun?

Mahalleye nasıl bakarsan öyle görebilirsin. “Ben mahalleyi böyle gördüm, herkes böyle görsün” demiyorum. Dört kişinin etrafında döndüm. Ama ben o dayanışmanın yok olduğunu ve bazı değerlerin deforme edildiğini düşünüyorum. Özal döneminden itibaren yerleşen köşedönmecilik fikrinin buna yol açtığını düşünüyorum. Herkes bunu söylüyorsa, yani köşedönmeciliğin egemen olduğunu, Anglosakson kapitalizminin etkisinin olduğunu, böyle bir şey var demektir. Öyle bir kapitalizm sadece Türkiye’ye değil, dünyanın her yerine geldi. Bize 12 Eylül’le geldi, İngiltere’de Thatcher oldu, ABD’de Reagan oldu. Toplumsal düzen bir anda değişti, sosyal devlet örselendi. Ben filmle ilgili tez de yazdım, orada bunları yazmıştım.

Tezden biraz söz eder misin?

Şöyle düşün 77 petrol krizinden sonra dünyadaki değişim başladı. “Biz işçilere bu kadar para vererek, sistemi bu şekilde devam ettiremeyiz ve üretim maliyetlerini düşürmeliyiz” dendi ve büyük şirketler Meksika’da, Güneydoğu Asya’da yerleşmeye başladı. Büyük kapital hareketleri dünyada bir yer seçer, oraya yerleşir, şişirir, patlatır ve başka yere geçer. Orası o sırada bir sermaye birikimi yaşadı. Buradaki patlama, çok şanslı AKP hükümetine denk geldi. Bir önceki hükümet de hazırlamıştı. 5-6 yıldır o parayı yiyorlar, bakalım şimdi ne olacak göreceğiz. Bu dönemde de Türkiye’de kapalı ekonomi vardı. Türk burjuvazisine Türkiye o dönemde yetmemeye başladı. 24 Ocak kararları bu nedenle alındı, 12 Eylül de onun uygulamaya geçirilişi oldu. “Türkiye bize yetmiyor” düşüncesiyle beraber oluşan bir diğer düşünce “Biz dışarıyla yarışabiliriz” fikri oldu. Dolayısıyla 12 Eylül budur. Bu konuştuklarımızın hepsi tezde var ve bu işin ekonomik tarafı. Kültürel sonuçlarıysa başka türlü. Bu kadar da determinist yaklaşmıyorum tabii. Herkes de bundan etkileniyor demiyorum ama altyapı böyle kuruluyor, üstyapı böyle belirleniyor.

Filmde Altay’da sakatlanmış bir oyuncuyla, düz lisede okumuş bir kız, Türkiye’deki spor ve eğitim politikasının hâlini ortaya koyuyor. Futbolla aran nasıl?

İyi bilirim. Alt tarafını daha iyi bilirim. En iyiler üç büyüklerde mi oynuyor? Hayır. Bir kesmin tutunabileceği futbol var. Eskiden çocuklarını türkücü olsun diye götürürlerdi, şimdi topçu olsun diye götürüyorlar. Ama futbolculuktaki yarış türkücülükten çok daha sert. Çok fazla arkadaşım vardı, çoğu da çok yetenekliydi ama hiçbiri futbolcu olamadı. Altay’dan çok istenen oldu ama Özel Türk Koleji’nde okuyorlardı, gitmediler. İyi bildiğim bir tanesi anlamsız bir üniversitede muhasebe okudu ve şimdi göbekli. Sağ ayak, sol ayak, hız, kafa, şut, her şey vardı. Rıdvan’dan beterdi. Bu çocuk futbolcu olurdu, ne zaman? Türkiye’de doğru düzgün bir spor politikası olduğu zaman. Özel Türk Koleji’nin bir futbol takımı yoktu, onların Türkiye derecesi alan basketbol takımları vardı. Bu spor ve eğitim politikasının ortak göstergesidir. Kenan Evren’in “çocuklarımızın yabancı ideolojilerin baskısı altında yabancılaşmaması için elimizden geleni yapacağız” lafının neticesi Demet Akalınlar oldu. Söylemek istediğim şey, kültürel olarak dağıttık resmen. Geri zekâlı bir iki nesil yetiştirilmek istendi ve becerdiler. Geri zekâlı nesiller yetişmeseydi, AKP de CHP de MHP de oy alamazdı.

Bu film 12 Eylül’ün 2009 itibarıyla neticesi midir?

Evet. Şöyle de diyebilirsin: Muhsin Bey 12 Eylül filmi değil midir? Taş gibi 12 Eylül filmidir. Ara da böyle bir filmdir. Çok iyi okullarda okumuş çocuklar seks ve cinsellik dışında hiçbir şey konuşmuyor. Nasıl içki içelim, ne yiyelim falan. Git San Francisco’ya otur, evcil hayvanının hastalığı, nerede yoga yaptın, en son Tayland restoranı nerede açıldı? Öyle bir üst-orta beyaz yakalı yaratıldı, hayatları yemeğe ve sekse dayandı. Biz onlara değinmedik, bir sonraki filmde belki. Plazalar patlamak üzere, orada büyük sıkıntı var… Kredi kartı borcunu yetiştirememek üzerine bir işe başlayabiliriz mesela.

Film bir üçüncü sayfa hikayesi…

Zahit Ataman da güzel söylemiş: “Bu sınıf, üçüncü sayfadan ileri gidemiyor.”
Ama bu haberler üçüncü sayfalara sığmaz hâle geldi. Televizyonlarda yapılan üçüncü sayfa programlarını nasıl görüyorsun?
Hepsi format biliyorsun. Ayşe Özgün getirdi ilk. O az daha kaliteliydi. Şimdi toplumu kurtarmaya hevesli, iyi kalpli Seda Ablalar var. Onun bir üst sınıfı da Hülya Avşar. Ülkedeki ciddi programı Hülya Avşar yapıyor, inanabiliyor musunuz? Senin Türkiye’yle ilgili dört tane söyleyebileceğin şey mi var? Vicdanıyla konuşuyor. Sokaktan geçen kime baksanız iyi zaten, kimse kötü değil. Toplum mühendisliği denilen şey, devlet aygıtını bir süre için elinde tutanlar, bürokratlar ve benzeri insanlar… Hepsi iyi. Bu insanların işi de insanların içindeki bu iyiliği ortaya çıkarmak. Yapamıyorsanız bunu, sizde sorun var demektir. Bu bozuklukların üçüncü sayfayı geçmesinin sebebi artık patolojik hâle gelmesinden. Doğrular yapılsa bile bu ülkede her şeyin düzeleceğine inanmıyorum. Uzun sürer.

Türkiye’deki sinema örgütlenmesini nasıl buluyorsun?

Geçen gün sinema platformu toplantısı vardı, yeni sinema yasası konuşuluyor. Sürekli söylenen şey: “Dünya’nın her yerinde, AB’de sinema merkezi var, biz Fransa’yı örnek aldık, orası özerk bir kuruluştur, özerk olmak sinemanın gelişmesine yarar…” Abi nasıl, nasıl, nasıl? Bir örnek, somut bir şey! Onu da ben söyledim. SNS, Mitterand hükümetine baskı yaptı ve “Canal Plus, alsın futbol maçlarını, bunun karşılığında Fransa’da yapılacak her filme destek olsun” dendi. Bir tane somut şey işte bu. Başka hiçbir öneri yok. İşte o eski solcu dili. Özerklik iyidir.

Eski solcu diliyle ilgili konuşalım o zaman. Siyasi iktidar isteyen bir topluluğun, küçük iktidarlar peşinde olduğunu görmek bana çok tuhaf geliyor.

Aşırı solcuların iktidarı hedeflediğini düşünmüyorum. Gerçekçi oldukları için… Ama gönüllerinde vardır herhalde. Benim var mesela. İktidarı yok etmek olabilir belki. İktidarsız, kahramansız bir toplum tabii ki istenir.

Türkiye’deki sol geleneğin, iktidarsız, kahramansız bir yapı oluşturabileceğini düşünüyor musun?

Hayır çünkü “sürekli şehitlerle yaşıyoruz” gibi bir yaklaşım var. Ama hiçbir şeyin hesabının verilmediği bir ülkede böyle olması da normal. Çok tepeden bir bakış oldu ama o insanların acısını da anlamak lazım. Çok fazla ölü verildi ve karşılığında hiç kimse cezalandırılmıyor.
Özeleştiri geleneğinin bir işe yaradığını düşünüyor musun?

“Özeleştirini ver, çık” durumları.

Hayır, 30 sene geçti 12 Eylül’ün üzerinden. Bir yenilenme talebinin oluşması gerekir diye düşünüyorum.
Daha beterleri de oldu. Kürtler için ayrı, DHKP-C için ayrı… DHKP-C’nin içinde bulunduğu durumdan hoşnut muydum? Değildim. Bir eylem anısı olarak anlatayım istersen. Ankara’da taş atıyorlardı. İnsanlar da geçiyor aynı zamanda, oradan geçen bir adamcağızın kafasına geldi bu taş. “Durun atmayın” falan dedik, hemen “Provokatör bunlar, polis bunlar” diye bizi dövmeye çalıştılar. Bunlar da garip. O, Stalinist hareketin dünyada geçerliliği kalmadı. Niye fark edilmedi bilmiyorum. Geçmişi çok temiz olmayan bir sol hareketin, böyle bir medya karşısında dayanma gücünün olacağını sanmıyorum. Sen ne kadar, “karşı taraf da öyle yapmıyor mu” desen de, baskı aygıtları senin elinde olmadığı sürece olmuyor.

Türkiye’de çeşitli geleneklerden gelen sol hareketlerin, Bornova Bornova’da işlenen sorunlarla doğrudan ilgilendiğini düşünüyor musunuz?

Basite indirgeyerek evet. Şudur, şudur, tek çözüm devrim şeklinde. Eninde sonunda bence de öyledir ama şunu unutmamak lazım, biz çok gerideyiz. Baksana kürt sorunu konuşuyoruz. Söylenecek bir şey yok bunda, hesaplar verilecek ve kapatılacak yani. Kültürel haklar verilecek. Silahla konuşulmasına gerek olmayan, çoktan bitirilmiş olması gereken bir mesele. ETA konuşulmaz mesela. Kimse konuşmaz, ne olduğu bellidir. Söylenecek yeni söz yok ki. Kürt sorunuyla ilgili ne söyleyeceksin? Bütün katliamları biliyorsun, cezaevlerini biliyorsun, 12 Eylül’ü biliyorsun. Tartışmada iki tarafın elinde veriler olur, karşılaştırıp sonuca gidersin. Burada veriler belli. Her şey ortada, konuşmuşuz. Şimdi ikna süreci. Benim filmimdeki temel sorun erkeklik. Kadının bile erkekleşmesi olarak koydum ben meseleyi. Mesleksizlik, işin olsa dahi emeğinin karşılığında bir hayat sürememek. Böyle olduğu zaman başka yerlerden yol aramaya başlıyorsun. “Bu kadar çalışıyorum bir şey olmuyor” fikrinin 90′lardaki karşılığı Trainspotting’dir. Bugünkü karşılığı “şu hayatı normal bir yaşayalım, macerasına sonra bakarız” şekline dönüştü. Umudun azaldığı bir dönemdeyiz.

Türkiye çok kamplaşmış durumda. Bunların içinde bağımsız olmanın zorluğu var mı? Kendini “tek başına” hissediyor musun?

Bir sürü üçüncü kanat var aslında. Mecburen bir yerdeymiş gibi görünüyorsun. Koyuyorlar bir yerlere. Ablam [Ece Temelkuran] mesela “Kenan Evren Ölsün” diye bir yazı yazdı, Taraf’tan Yıldıray Oğur “Darbeci” dedi. Anlaşılması mümkün olmayan bir durum. Ulusalcılar liberallerdir aslında tarihsel sürece bakarsan. Tek başıma hissediyorum tabii ama benim gibi bir sürü insanın olduğunu da biliyorum. Zaten filmi tek başıma yapmadım, bir sürü insan çalıştı. Böyle insanlar olduğu için de çıkıyor bu işler. Organizasyonunu ben yaptım, son kararları ben verdim, hepsi bu. Öte yandan bu insanlar ilginç bir şekilde network ve birbirimizi tanıyoruz. Hakikaten bir avuç insan. “Yeni bir şey yapılsın, destek verelim” diye bekleyen insanlar. Çalışırken işlerini güçlerini bırakıp geliyorlar. Belki vicdanı rahatlatmak, belki farklı bir şey yapılabileceğini göstermek için… Bir mahalleyi kurtarmakla aynı şey. Belirli bir alan içinde çiçek açtırmaya çalışıyorsun. Şu anda kültürel olarak en dipte olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye’nin medar-ı iftiharı bir mizah dergileri kaldı. Umarım onların başına bir şey gelmez. Romanda ve öyküde de fena gitmiyoruz.

Sinemada ne durumdayız?

Tek tük iyi işler çıkıyor ama dünyaya da bakıyorum, illa karşılaştırmalı bakacağız ya: Aynı lümpenleşme Avrupa’da da var. 2004 yılında İspanya’da liseden mezun olamayanların oranı %35ti mesela. Her yerde çöküş var. “Türk Sineması’nda endüstri yok” deniyor ve en büyük sıkıntı bu gibi görünüyor.

Olsun mu?

Olsun. Şunun için olsun: İnsanlar iş sürekliliği elde etsin. Sürekli sigortalı çalışsın. Ben sigorta teklif ediyorum, “o parayı bana ver” diyorlar. Bu duruma gelmesin insanlar. Bu bir eğlence sektörü nihayetinde, eğlence sektörü düzgün çalışsın. Devamlılığı olsun. Bu işler bir yerlerde doğru düzgün depolansın.
Radikal’deki haberde TSK’nın film yaptırma hikayesi çıktı. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun? 
Daha önce Taraf’ta da benzer haberler çıktı. Ben Ahmet Altan’a sormak isterim mesela: Sen herhangi bir burjuva hareketi için ya da Avrupa Yakası için aynı şeyleri söyleyemez misin? O da bir etkileme aracı değil midir? Biri devlet eliyle yaptırılıyor, diğeri başka birilerinin elinde. Tamam, ben sana o zaman “devlet nedir” diye sorayım. “Egemen grubun baskı aygıtıdır” dersem aynı sonuca çıkarız. Avrupa Yakası, bu ülkenin en tehlikeli dizilerinden biridir çünkü sen 33-34 yaşında bir kadınsın, iş güç sahibisin, birlikte olduğun erkeği ailene söyleyemiyorsun, evin içinde tir tir titriyorsun. Bu ne biçim Avrupa Yakası? Urfa, Siverek, Şafi yakası. Yazıklar olsun Gülse Birsel’e. Kurtlar Vadisi’ni falan hiç saymıyorum, onlar kör göze parmak. Niyeti belli hiç değilse.

Filme dönelim: Gerçeklik algısını yanıltacak denemelerin vardı. Kız tecavüze uğrarken durumunu konuşarak anlatıyor mesela. Işık kullanımın da ilginç. Çoğu yerde keskin hatta patlayan ışıklar var. Neden bu yolu seçtin?

Yabancılaştırma. Film de öyle zaten. Filmde yavaş yavaş bir bilinçlenme var çocuğun ne yapacağına dair. Tam Brecht’in izinden. Aristocu değildir yani. Filmde bir kahraman da yok, dört kişi arasında geçiyor. Bu yabancılaştırma numarası başka filmlerde de yapıldı. Tarantino çok yapar. Bizimkinde flashbackin içine girip konuşmaya başlıyor, bu pek yok. Rezervuar Köpekleri’nde mesela Tim Roth aşağı iniyor ve köpekle karşılaşıyor, başka şeyler anlatıyor. O boşluğa baktırmış kameraya değil, kamera onun etrafında dönüyor. O da hoş bir numara. Ben de böylesini yaptım. Dikkat edersen filmde sert bir ideolojik durum yok. Gerçekle ilgili bir durum var. Kolayca özdeşleşilebilecek bir karakter yok. Herkes hata yapıyor. Belki en çok Özlem’le özdeşlik kurulabilir. Hakan’la değil, belki Salih’le özdeşlik kurulabilir. Çünkü acıma duygusu bizde hakim ya. Özdeşleşmenin yarısı acımadır, “benim başıma gelmeyen onun başına geldi” minvalinde. Film izlendikten hemen sonra Antalya’da biri “uyuşturucuya özendiriyorsun” dedi. “Küfre özendiriyorsun” dendi. Böyle şeyler yapmadığımı göstermek için de yaptığım bir şey bu. Işıklar da aynı şekilde. Dramayı da sertleştiriyor, bu sertliğin kontrastlığını da arttırarak. Gün içinde ilerleyen şeyler de çok sertleşiyor. Türk seyircisi için ensest sert bir durum mesela. Bununla karşılaşılıyor.

Yurtdışındaki festivallerden davet aldınız mı?

Türk günleri için falan geldi ama almayız biz.

Neden?

Mümkün değil. Çok lokal bir hikaye. Yabancının anlayacağı bir şey yok. “Ne kadar lokal olursan o kadar uluslararası olursun” derler ya, yok öyle bir şey. Ben sinemada bunun olduğunu düşünmüyorum.

Hiç tanımayan birine Türkiye’yi nasıl anlatırsın?
Benim güzel ve yalnız ülkem. Dur, deme öyle. De ya da öyle de.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder